İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

SUÇ POLİTİKASININ TEMEL İLKELERİ

SUÇ POLİTİKASININ TEMEL İLKELERİ

Devletin görevi, kişi hak ve özgürlüklerini korumaktır. Kanun koyucu bakımından ise suç politikasının ve ceza muhakemesinin ilkelerini dikkate almak, bir zorunluluktur. Suç politikasının temel ilkeleri, hukuk devleti, kusur ve insanilik (hümanizm) olarak kabul edilmektedir. Ceza muhakemesi bakımından ise, doğal hâkim ilkesi, masumiyet karinesi, bağımsız ve tarafsız yargı, savunma hakkı, adil yargılanma hakkı gibi bazı ilkeler söz konusudur. Bir anayasa, bu ilkeleri hayata geçirmeye imkan tanımalıdır. Bu nedenle ülkemizde de anayasadaki ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerle ceza hukuku mevzuat ve uygulamalarının bu ilkeler açısından değerlendirilmesi gerekir.

  1. Hukuk Devleti İlkesi

Hukuk devleti ilkesi, şekli ve maddi olmak üzere iki şekilde anlamlandırılmaktadır. Maddi anlamda hukuk devleti ilkesi, anayasal değerler sisteminin temel norm olarak insan haysiyetinin korunmasına dayanmakta ve ceza hukukunun içeriğinin oluşturulmasında dikkate alınması gereken ölçütleri ortaya koymaktadır. Bu ilkenin gereği olarak, ceza hukuku düzenleme ve uygulamalarında eşitlik ve orantılılığa uyulması, ceza hukuku yaptırımlarına toplumun barış içinde bir arada yaşamasını güvenceye almak bakımından ancak zorunlu olduğu anlarda başvurulması gerekmektedir. Bunların yanı sıra, ceza hukuku yaptırımlarının ve bunların infazının, zalimane veya aşağılayıcı nitelikte olmaması, bir davranışın cezalandırılabilirliğinin belirlenmesinde, önyargılar gibi duygusal gerekçelerden hareket edilmemesi; hâkimlerin kararlarında şahsi değer yargılarına değil, kanun koyucunun ortaya koyduğu ölçülere, objektif gerekçelere ve genel geçer bilgilere dayanılması sayılabilir [1].

Şekli anlamda hukuk devleti ilkesi ise, kişi hak ve özgürlüklerine sınırlama getiren düzenlemelerin ancak biçimsel anlamdaki kanunlarla yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu husus, temel hak ve özgürlüklere müdahale eden ceza muhakemesi işlem ve tedbirleri içinde aynı şekilde geçerlidir. Hukuk devleti ilkesinin şekli garantileri en güçlü biçimde ceza hukuku alanında geçerli olmalıdır. Maddi ceza hukuku bakımından kanunilik ilkesinin tarihsel gelişim sürecinde, bu ilkeye bağlı olarak dört temel yasağın ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlar; örf ve adet hukuku yasağı, geçmişe uygulama yasağı, kıyas yasağı ve belirsiz ceza kanunları koyma yasağıdır.

Kanunsuz suç ve ceza olmaz – Nullum crimen, nulla poena sine lege

Suçta ve cezada kanunilik ilkesi, suç sayılan fiillerin ve bunlarla ilgili yaptırımların önceden kanun tarafından açıkça belirlenmesi anlamına gelmektedir. Bu ilkenin dayandığı temel düşünce, cezalandırmanın suç soruşturma makamları ve mahkemelerin keyfililiğine bağlı olmaması ve ceza hukuku yaptırımlarının demokratik meşruiyeti olan kanun koyucu tarafından belirlenmesi gereğidir. Nitekim TCK’nın 2/1 maddesinde de, “Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz.” şeklindeki düzenleme ile suç ve cezaların ancak kanunla öngörülebileceği kabul edilmiştir. Bu bakımdan Türk Ceza Kanunu’nda öngörülen önemli bir yenilik de “İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz.” (TCK md. 2/2) şeklindeki düzenlemedir. Buna göre suç ve ceza, ancak TBMM’nin yasama tasarrufuyla konulabilecektir. Bu düzenlemenin gerekçesinde belirtildiği üzere, “beyaz hüküm”, “açık ceza normu”, “çerçeve kanun” olarak adlandırılan hükümlerle özellikle suç tanımlarının yapılmasının önüne geçilmek istenmiştir[2].

Örf ve adete dayalı cezalandırma yasağı – Nullum Crimen Sine Lege Scripta

Bu kurala göre, kişi salt örf ve adet hukukuna dayalı olarak cezalandırılamayacağı gibi kanunda öngörülenden daha ağır biçimde de cezalandırılamayacaktır. Bu kuralın gerekçesi, suçların ve ceza hukuku yaptırımlarının sadece demokratik meşruiyeti olan kanun koyucu tarafından belirlenmesi gerekliliğidir. Örf ve adet hukuku, ceza hukuku alanında sadece dolaylı kaynak olarak sınırlı bir uygulanma alanına sahiptir[3]. TCK’nın 2/1 maddesinde de suçun ve ceza hukuku yaptırımlarının kanunda açıkça öngörülmüş olması gerektiği ifade edilmiş olduğundan örf ve adet hukuku esas alınarak kişi hakkında ceza hukuku yaptırımlarının uygulanması mümkün değildir.

Belirlilik ilkesi – Nullum Crimen Sine Lege Certa

Kanunilik ilkesinin ortaya çıkardığı diğer bir kural, belirlilik ilkesi olarak adlandırılmakta olup bu ilke belirsiz ceza kanunları yapma yasağını ortaya çıkarmaktadır. Buna göre suç tanımları ve hukuki sonuçlarının, çok genişletilebilir kavramlardan kaçınılarak mümkün olabildiğince net bir biçimde yapılması ve ceza miktarlarına ilişkin alt ve üst sınırlar arasındaki aralığın aşırı biçimde açık olmaması gerekir[4]. Belirlilik kuralı ile halkın temsilcisi olan kanun koyucunun iradesinin kanun metinlerinde açık bir biçimde ifadesini bulması ve bu suretle hâkimin sübjektif-keyfi kararlarının önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Belirsiz kanunların varlığı halinde, devletin cezalandırma yetkisi güvenceli bir şekilde sınırlanmış olmayacaktır. Bu durumda ise vatandaşlar, keyfiliğe karşı korumasız kalacak ve ceza hukukunun güvence fonksiyonu etkin bir şekilde işlev görmeyecektir. Hâkime çok geniş-sübjektif bir yorum alanının oluşturulması, aynı zamanda yasama alanına bir müdahale etkisi doğuracağından kuvvetler ayrılığı ilkesine de aykırı bir durum ortaya çıkmış olacaktır. Bu nedenle ceza hâkiminin kararlarının kanuna uygunluğunun etkin bir biçimde denetlenebilir olması gerekmekte olup böyle bir denetim, ancak belirlilik kuralına uygun kanunlarla iyi bir biçimde yapılabilecektir[5]. Suçlara ilişkin kanun hükümlerinin açık ve seçik nitelik göstermesi, çok genişletilebilen ve farklı anlamlara gelen kavramlar kullanılmaması gereğini karşılaması bakımından TCK’nın 2/1 maddesinde,“açıkça” terimine yer verilmiştir.

Kıyas yasağı – Nullum Crimen Sine Lege Stricta

Kıyas yasağı, suç ve ceza hukuku yaptırımı içeren düzenlemelerin yorumunda söz konusudur. Kıyas, bir olaya ilişkin hukuk kuralının kanun tarafından düzenlenmemiş benzer bir olaya uyarlanması, diğer bir deyişle“yeni bir hukuk kuralının yaratılması” anlamına gelmektedir. Kıyas yasağı ile suç ve ceza yaptırımı içeren düzenlemelerdeki boşlukların yorum yoluyla doldurulmasının önlenmesi amaçlanmaktadır. Çünkü herhangi bir boşluğun söz konusu olması halinde, kanunilik ilkesi gereğince bunu ancak kanun koyucunun gidermesi gerekir[6]. 765 sayılı mülga TCK’da kıyas yasağı, kanunda açıkça öngörülmemekle birlikte kanunilik ilkesiyle ilgili hükümlerin bir sonucu olarak kabul edilmekteydi. Ancak kıyas yasağının kapsamının kanunen belirlenmemesi dolayısıyla, mahkemeler genişletici yorum adı altında kıyasa varan uygulamalar yapmaktaydılar. Bu uygulamalarla kıyas yasağı dolanılmaktaydı. İşte bu nedenledir ki yeni Türk Ceza Kanunu’nun 2/3. maddesinde, hem kıyas yasağı ilkesi,“Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz.” şeklinde öngörülmüş; hem de “Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz.” hükmüyle kıyas yasağının kapsamı belirlenmiştir. Böylece kanunilik ilkesinin güvence fonksiyonunun etkin bir biçimde gerçekleşmesi amaçlanmıştır.

Geçmişe yürüme yasağı – Nullum Crimen Sine Lege Praevia-

İşlendiği zaman ceza hukuku yaptırımı gerektirmeyen bir fiil, yeni çıkarılan bir kanunla geçmişe yürürlü olarak ceza yaptırımı altına alınamaz. Aynı şekilde işlendiği zamanın kanununda ceza yaptırımı gerektiren bir fiil hakkında önceki kanunda öngörülen yaptırımdan daha ağır bir yaptım öngören kanun, geçmişe yürürlü olarak uygulanamaz. Kanunilik ilkesinin bu gerekleri, TCK’da“İşlendiği zaman yürürlükte bulunan kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. İşlendikten sonra yürürlüğe giren kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı da kimse cezalandırılamaz ve hakkında güvenlik tedbiri uygulanamaz. Böyle bir ceza veya güvenlik tedbiri hükmolunmuşsa infazı ve kanunî neticeleri kendiliğinden kalkar.”şeklinde öngörülmüştür (md. 7/1). Geçmişe yürüme yasağının kişinin aleyhine sonuç doğurması halinde,“Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır ve infaz olunur.” (md. 7/2) hükmünün uygulanması söz konusu olup bu hükümle birlikte lehe durum doğuran kanunlar geçmişe etkili olarak uygulanabilecektir. İnfaz rejimine ilişkin kanunlar bakımından ise derhal uygulama ilkesi kabul edilmiş olup bu tür düzenlemeler, yürürlüğe girdiği andan itibaren sadece ileriye doğru uygulanacaktır. Ancak hürriyeti bağlayıcı ceza niteliği gösteren yaptırımlar ile bu tür cezaların süresine ilişkin düzenlemeler, tedbir veya infaz hükmü niteliğinde olsalar dahi geçmişe yürüme yasağı ve lehe uygulama ilkesine tabidirler: “Hapis cezasının ertelenmesi, koşullu salıverilme ve tekerrürle ilgili olanlar hariç; infaz rejimine ilişkin hükümler, derhal uygulanır.”(md. 7/3).

Mülga Türk Ceza Kanunu döneminde, geçici ve süreli kanunlara ilişkin zaman bakımından uygulama konusunda çeşitli tartışmalar bulunmaktaydı. Bu konuda mülga Kanun’da açık kanuni bir düzenlemenin olmaması, hukuk güvenliği bakımından ciddi bir sorun teşkil etmekteydi. Bu sorun, yeni Kanun’da bir düzenleme yapılmak suretiyle çözüme kavuşturulmuştur. Bu düzenlemeye göre, bir suçun geçici veya süreli bir kanunun yürürlükte olduğu esnada işlenmesi halinde bu suç hakkında o suçla ilgili geçici veya süreli kanunun uygulanmasına devam edilecektir (md. 7/4).

  1. Kusur İlkesi

Kusur ilkesi, ilk olarak işlenen bir suç nedeniyle kişinin ancak kusurlu olması halinde cezalandırılabileceğini ifade eder. Bu anlamda kusur ilkesinin cezayı temellendiren bir işlevi vardır. Kişinin işlediği suçla bağlantılı olarak kusurlu olmaması halinde kişi hakkında yalnızca güvenlik tedbirlerine başvurulabilir. İlkenin ikinci işlevi ise, kişinin kusuruyla orantılı olarak cezalandırılabilmesidir. Bu açıdan kusur ilkesi, cezayı sınırlandıran bir ölçüt olup adil cezalandırmanın sağlanmasına hizmet eder. Özellikle kişilerin suç işlemekten caydırılmaları, genel önlemenin sağlanması gibi gerekçelerle, toplumda cezaların aşırı biçimde artırılması taleplerini ortaya çıkabilmektedir. Ancak kanun koyucunun kusur ilkesini bu noktada dikkate alarak kişinin kusuruyla orantısız cezalandırmaya yönelik düzenlemeler yapmaması gerekir. Kusur ilkesi, Anayasamızda cezaların şahsiliği (AY md. 38/7) ilkesi kapsamında kabul edilmekte ve aynı zamanda kişinin başkasının fiilinden dolayı sorumlu tutulamayacağını da ifade etmektedir. Bunun bir gereği olarak TCK’da tüzel kişilerin ceza sorumlulukları kabul edilmemiştir. Buna karşılık bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlar nedeniyle tüzel kişiye yönelik yaptırım olarak yalnızca kanunda öngörülen güvenlik tedbirleri uygulanabilecektir (TCK md. 20/2).

Ceza hukukunda kişiye ceza yaptırımının uygulanabilmesi için kişinin kast veya taksirine dayalı bir davranışı nedeniyle kusurlu olması gerekir. Bazı hallerde  suç oluşturan fiili işleyen kişinin, kastettiği neticeden daha ağır veya başka bir neticenin gerçekleşmesine neden olması durumunda, kişi gerçekleşen ağır veya başka netice bakımından kasten hareket etmemektedir. Bu durumun tipik örneği, mağduru yaralamak isteyen failin, yaramaya yönelik olarak gerçekleştirdiği kasıtlı hareketinin kişinin ölümüne neden olması durumudur. 765 sayılı mülga TCK’da bu gibi durumlarda objektif sorumluluk öngörülmüştü. Neticesi sebebiyle ağırlaşmış suçlar açısından geçerli olan bu tür kusursuz sorumluluk halleri, kusursuz ceza olmaz ilkesiyle açıkça çelişmekteydi. TCK’nın “neticesi sebebiyle ağırlaşmış suç” başlıklı 23. maddesinde ise, kişinin kastetmediği daha ağır veya başka bir neticenin meydana gelmesine sebebiyet vermesi halinde meydana gelen daha ağır veya başka netice bakımından sorumlu tutulabilmesi için en azından taksirle hareket etmesi gerekmektedir. Böylece 5237 sayılı TCK ile birlikte, bu suçlarda objektif sorumluluğun öngörüldüğü mülga TCK hükümleri yerine sübjektif sorumluluk esasına dayanan bir düzenleme getirilmiştir.

Bir kanunda kusur ilkesinin en temel göstergelerinden biri, o kanunda haksızlık hatasına yer verilip verilmediğidir. TCK’nın 30. maddesine 4. fıkra olarak eklenen “İşlediği fiilin haksızlık oluşturduğu hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişi, cezalandırılmaz.” hükmü ile kusur ilkesinin bu önemli gereği de yerine getirilmiştir. TCK’da haksızlık hatası dışındaki hata halleri de sistematik bir biçimde düzenlenmiştir (TCK md. 30/1-3). Bu düzenlemeler, Kanun’da modern suç teorisinin kabul ettiği, haksızlık ve kusur ayrımı ile kast ve taksirin bir kusur türü olarak değil, haksızlığın gerçekleşme biçimleri olarak kabul edilmesine ilişkin teorik esaslara dayanmaktadır.

TCK’da somut cezanın tayininde kusurun ağırlığı, temel ölçülerden biri olarak kabul edilmiştir. Somut cezanın belirlenmesinde hâkim, TCK’nın 61/1. maddesinde belirtilen nedenleri göz önünde bulundurmak suretiyle işlenen suç tanımındaki cezanın alt ve üst sınırı arasında temel cezayı belirleyecektir. TCK md. 61/1’de yer alan nedenlerden birisi de “Failin kast veya taksire dayalı kusurunun ağırlığı”dır. Böylece kusursuz ceza olmaz ilkesinin bir sonucu olan “kusurla orantılı ceza” ilkesi kanunda açıkça öngörülmüştür.

Sübjektif sorumluluk, yalnızca suçlar bakımından değil, kabahatler açısından da geçerlidir. Nitekim Kabahatler Kanunu’nun 9. maddesinde yer alan hüküm gereği kabahatler, kanunda açıkça hüküm bulunmayan hallerde hem kasten hem de taksirle işlenebilir.

III. Hümanizm İlkesi

Hümanizm ilkesi, cezaya hükmedilirken ve bu cezanın infazı sırasında mahkûmun durumunun gözetilmesini, suç işleyen kişinin yeniden sosyalleştirilip topluma kazandırılmasını amaçlar (CGİK md. 3). Bu ilke uyarınca kimse, insan haysiyetiyle bağdaşmayan cezaya ya da muameleye tabi tutulamaz (AY md. 17), ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazında zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz (CGİK md. 2/2). Örneğin ölüm cezasına, süresiz hak yoksunluklarına, hadım gibi bedeni cezalara yer verilmemesi, hümanizm ilkesinin bir gereğidir.

[1] Jescheck/Weigend, s. 26-27.

[2]  Mahmut Koca/İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 5. bs., Ankara, Seçkin, 2012, s. 56-58

[3]  Jescheck/Weigend, s.134; Özgenç, s.106-112; Koca/Üzülmez, s. 51.

[4] Jescheck/Weigend, s. 136-137; Özgenç, s.112, 113.

[5]  Jescheck/Weigend, s. 137.

[6]  Jescheck/Weigend, s. 135; Özgenç, s. 113 vd.

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Mission News Theme by Compete Themes.